ANNEM’E
Sevgili Annem, bugün 10 Kasım... Her 10 Kasım’da aklıma senin bana o günü anlatırken, kendini tutamayıp ağlayışın gelir. Masal gibiydi anlattığın o gerçek...
Tarih 10 Kasım 1938, Yer Diyarbakır, 12 yaşında bir kız çocuğu, evlerinde radyo yok, gazete bile günlük gelmiyor. Babasıyla ablası, okula yollamadan önce kız çocuğunu, evinde radyo olan akrabalarına gönderirler, bilgi alması için... Malum, Atatürk hastadır, bütün ulus İstanbul’dan Diyarbakır’a, Denizli’den Van’a, O’nun sağlık durumunu takip etmektedir. Ancak haberleşme, şimdiki gibi anlık değil, oldukça gecikmeli yapılabilmektedir. Akrabalarının kapısını çalan kız çocuğu, gözleri ağlamaktan şişmiş, yeis içerisinde bir yüzle karşılaşır, hiçbir şey soramaz, anlamıştır...Diyarbakır’ın dar sokaklarında nasıl yürüdüğünü bilemez küçük kız... Zaten öksüzdür, şimdi de yetim kalmıştır, babasını ablasını da kaybetmiştir, hatta hiç kimsesi kalmamıştır yeryüzünde, hatta evi barkı yıkılmış çaresiz kalakalmıştır bilmediği yabancı bir dünyada, çok yoğun bir hüzün, o yaşta bir çocuğun kaldıramayacağı çok ağır bir yük...
Evin kapısını çaldığında kapıyı
açan ablası da bir şey soramaz, her şey ortadadır, birkaç saniye
içerisinde hıçkırıklar yükselir evden çünkü bütün aile konuşmadan
öğrenmiştir artık acı gerçeği...
Okul saati gelmiştir. Cumhuriyetin o
parlak günlerinde disiplin vardır yaşamda. Küçük kızı okula gönderirler
ama okulda o gün çocuk sesleri yerine sadece hıçkırık sesleri
yükselmektedir. Derse girerler, disiplin var ya, hıçkırıklarını
sessizleştirip sıralarına otururlar. Öğretmen sınıfa girdiğinde her
zamanki gibi “Günaydın” demez, yüzünü bile göstermeden pencereye
yönelir, öğrencilerinden saklamak istediği hıçkırıklarını pencereden
dışarı akıtmaya çalışır. Titrek bir sesle öğrencilerden birini derse
kaldırıp o günün dersini anlatmasını ister. Ancak tahtaya kalkan
öğrenci, artık hıçkırıklarına hakim olamayıp, yüksek sesle ağlamaya
başlayınca bütün sınıf hıçkırıklarını koyuverir, öğretmen ise kendisini
sınıftan dışarı atar...
10
Kasım 1938‘i, Diyarbakır’da küçük bir kız çocuğu işte böyle yaşar.
Tarihin herhangi bir zamanında dünyanın herhangi bir yerinde yaşanmış mıdır acaba böyle bir sevgi, böyle bir bağlılık, böyle bir acı? Televizyon bir yana, radyo ve gazetenin bile yaygın olmadığı o günlerde bu olağanüstü enerjiyi yaratabilmiş kişi, duyulmadan hissedilen, görülmeden sevilen, kavuşmadan özlenen Atatürk’ümüz, Ulu Önderimiz, ruhun şad olsun...
Ben
her 10 Kasım’da, o 12 yaşındaki kız çocuğunun hüznünü yaşıyorum Annem.
Hele bugünlerde o kadar çok ihtiyacımız var ki O’na, her geçen yıl özlemimiz artıyor Annem.
Benim
bitmeyen özlemim Anneciğim, sen gideli memleket daha da kötüye gitti.
Hani Cumhuriyete yapılan saldırılara üzülür kahrolurdun ya, bazen “bugünleri görseydi hiç dayanamazdı” diyorum. Senin aşureni bile siyasete bulaştırdılar Annem. Hani gitmeden önce çok kızmıştın ya, aşureyi şiddetle özdeşleştirenlere, bugünü görseydin, aşure yapmaktan vazgeçerdin. Halbuki senin kadar aşure geleneğini yaşatan başka birini daha tanımadım. Aşure senin için bereket demekti, paylaşım demekti... Etrafımızda aşureni yemeyen kimseyi bırakmazdın, arkadaşlarım hala seni, aşurenle anarlar, “Turan Teyze’nin aşuresi"ni yemeyen yok gibi... Bugün “aşure” bile bozuldu Annem, artık paylaşım değil, siyasette gösteri aracı oldu... Aşureyi kullananlar, aşure yapmayı bilseler içim yanmayacak. Paylaşım ruhları, bereket anlayışları ve tadların uyumunu sağlama kabiliyetleri olsa siyaset böyle olmaz, ülke bu hale getirilmezdi Annem...
Özlem ve sevgiyle,